ANASAYFA  
 
 
 
Salih OKUMUŞ
salihokumus@salihokumus.com
 
 

Kosova'da Türkçe'yi Bayraklaştıran yazar: Reşit Hanadan

17.2.2016

              REŞİT HANADAN İLE SÖYLEŞİ 

            -Hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Sizleri burada görmek bizi çok mutlu etti.

            -Hoşbulduk. Çok sağolun. Bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Kosova Türk edebiyatı için önemli bir isimsiniz. Ancak Türkiyede pek tanınmıyorsunuz. Maksadımız sizi Türk okuyucusuna tanıtmaktır. Ne zamandır sizinle görüşmek istiyorduk. Bugüne nasipmiş. İsterseniz önce sizi tanıyarak başlayalım sohbetimize. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

            - 21 Şubat 1955 yılında Kosova’nın Mamuşa köyünde doğdum. 1958’de ben üç yaşındayken  ailecek Türkiye’ye göç ettik. Manisa’nın Salihli ilçesinde kaldık. İlkokulu Salihli Atatürk  İlkokulunda bitirdim. O zamanlar Türkiye’de ilkokul beş yıldı. Bu süreci Türkiye’de tamamladım. Ailecek orada on yıl yaşadıktan sonra 1969 yılında tekrar Kosova’ya  döndük. Kosova’da o zamanlar ilkokul sekiz yıldı. Türkiye’de ortaokul diye tanımlanan süreci Mamuşa’da  Hacı Ömer Lütfü İlkokulunda bitirdim. Liseyi Prizren’de dört yıl Türkçe eğitim veren Yovanka Radivoyeviç - Kiça adlı bir okulda tamamlayıp mezun oldum. Daha sonra Priştine Üniversitesi Filoloji Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne girdim. Ardından Priştine’de Tan Gazetesi’nde gazeteci olarak iş hayatına başladım. Bu arada Belgrad’taki o zamanki adıyla Yugoslav Gazetecilik Enstitüsü’nden de gazetecilik diploması aldım.

1999’da Kosova Savaşı başladığı zaman tekrar ailece Türkiye’ye gittik. Türkiye’nin Bursa şehrinde kaldık. Nato müdahalesi bitince Kosova’ya tekrar döndük. Mamuşa’ya yerleştik. Şu an Mamuşa Atatürk Lisesi’nde Türkçe öğretmenliği yapıyorum. Ayrıca serbest ticaretle uğraşıyorum.

            -Ailenizin kökeni hakkında herhangi bir bilginiz var mı? Dedelerinizi ya da diğer büyüklerinizi tanıma imkânınız oldu mu? İsimleri nelerdi? Ne iş yaparlardı? Sizin hayatınızdaki etkileri nelerdir?

            -Köyün ihtiyarlardan duyduğumuz kadarıyla Osmanlı döneminde XIII  ila XV. yüzyıllarda atalarımız Anadolu’nun Tokat şehri dolaylarından gelmişler. Fakat bunu teyit eden herhangi bir belge yok. Dedemi, babaannemi, anneannemi on üç yaşında Türkiye’den döndükten sonra tanıdım. Dedemin adı Arif, babaannemin  adı Çelebi, anneannemin adı ise Atiye idi. Mamuşa’da genellikle herkes tarım ve hayvancılıkla uğraşır. Benim ailem de tarımla uğraşırdı. Dedem çiftçi, babaannemle anneannem de ev kadınıydılar. Bana çalışkan, dürüst ve cesur olmayı öğrettiler.   

Babamın adı Feyzullah’tır. Sırbistan döneminde beş yıllık ilkokulu bitirmiş. O dönemlerde herkes yüksek öğrenim yapamıyormuş. Babam da daha fazla okuyamamış. Ama öğrenmeye çok hevesliydi. Köy imamından din dersleri alıp bu arada kendi kendini de yetiştirmiş, Türkiyedeyken Salihli’nin Merkez Camii’nde bazen müezzinlik yapardı.  Kosova’ya döndükten sonra babam, hem Mamuşa hem de komşu Arnavut köylerinde imamlık yapardı.

- Peki, kendi aileniz... Eşiniz, çocuğunuz hakkında bilgi verir misiniz?

            - Eşimin adı Sahibe. Kendisi de benim gibi  Mamuşalıdır. İlkokul mezunudur ve ev kadınıdır.  Bir oğlumuz var, erkek.

            -Bilhassa dede veya babaannelerin küçükken anlattıkları hikâye ve masallar çocuk dünyasında insana başka bir kapı aralar. Birçok sanatkârın yazma serüveninde böyle bir  hikâye vardır. Sizin yazma serüveninizde buna benzer bir hikâye var mıdır?

            Hayır, benim böyle bir şansım yoktu. Çünkü ben daha  üç yaşındayken biz; babam, annem ve benden üç yaş büyük kızkardeşimle  Türkiye’ye göçtüğümüzde onlar burada, yani Kosova’da kalmışlardı. Kosova’ya tekrar döndüğümüzde de ben artık on dört yaşıma girmiştim.

            - Anlattıklarınızdan anlaşıldığı üzere hayatınıza iki kez gurbet yön vermiş. Büyük hasretler çekilmiş, acılar yaşanmış. İsterseniz biraz bu gurbet yıllarından bahsedelim. Daha doğrusu sizi gurbete mecbur eden sebepler nelerdir? Ne oldu da iki kez Türkiye’ye gitmek zorunda kaldınız, konuyu biraz daha açabilir misiniz? Ayrıca bu yaşananların eserlerinizdeki etkileri üzerine neler söyleyebilirsiniz?

            -Evet az önce de ifade ettiğiniz gibi gurbeti gördük ve yaşadık. Aslında çocukken başladı sayılır gurbet hayatımız. Kosova’dan, doğduğumuz yerden ayrılıp Türkiye’ye gitmişiz. Yaklaşık on bir yıl kaldık orada. Fakat sonrasında doğup büyüdüğümüz yerlere geldik tekrar.

            İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Yugolavya’da kurulan komünist sistemin ilk yıllarında buradaki müslüman ahali, özellikle de Türkler için çok zorlu geçti. İnsanlarımız Osmanlının yadigârı olduğu için sürekli horlandı ve zülme maruz kaldı. Bu yüzden yüzbinlerce insanımız Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Benim ailem de bu göç edenler arasındaydı. Babam beş kardeşin en büyüğüymüş. Dedem kendisini öncü olarak Türkiye’ye göndermiş. Ardından ailenin geri kalanları da göç edecekmiş. Ancak aradan birkaç yıl geçtikten sonra Yugoslavya’da durum biraz düzelir gibi olduğundan kalanlar göç etmekten vazgeçmişler. Biz Salihli’ye yerleşmiştik. Türkiye’ye gelirken ancak yol parasına yetecek kadar bir para varmış babamın elinde. Kirada yaşıyorduk. Annemle kızkardeşim oya yaparlardı aile bütçesine katkı sunabilmek için. Babam toprak sahiplerinin bağlarında ırgat olarak çalışıyordu Ben ilkokula başladığımda annem hastalanıp vefat etti. Memleket, ana-baba ve kardeş özlemi geriye dönüşümüze neden olmuş.

1999 yılındaki Kosova savaşının ilk günlerinde tekrar Türkiye’ye gittik kısa bir süreliğine. Birkaç ay sonra savaş sona erince tekrar vatanımıza, doğup büyüdüğümüz  bu yerlere geldik. Daha önceleri eğitim ve işim gereği uzun yıllar Priştine ve Prizren’de kaldım. Sonuçta  köyümden, yani  doğup büyüdüğüm yerden uzaklarda yirmi yılı aşkın bir  zaman geçirdim. Eğer gurbet denilebilirse buna, bunları görüp yaşadık. Eserlerimde çoğu zaman başımdan geçen veya  etrafımda yaşananlardan bahsettim. Mesela “Yıldızlı Ev” adlı hikâye kitabımda Türkiye’deki çocukluğumu anlattığım hikâyelerim var. Yıldızlı Ev, aslında benim gurbette, Türkiye’de yaşadığım çocukluğumu anlatır. Hatta bana şu an en çok sevdiğin hangi hikâyedir diye sorulsa, şüphesiz Yıldızlı Ev’dir derim. Bunun dışında “Yuva Özlemi” adlı hikâyemde de gurbeti anlatıyorum. Bu arada “Gurbetçinin Dönüşü” adlı hikâyemde de Almanya’da işçi olarak çalışan Mamuşalı insanımızın başından geçenleri anlatıyorum. Biliyorsunuz Türkiyeden de Almanya ve Avrupa’nın birçok ülkesine giden milyonlarca gurbetçi var. Bizim burası da, 60’lı yıllardan başlamak üzere, o zamanki Yugoslavya komünist sistemle idare edilen bir ülke olmasına rağmen  Avrupa’ya işçi gönderen bir ülkeydi. Benim de hikâyelerimin büyük bir kısmı Eski Yugoslavya döneminde geçiyor.

              -Biraz çalışma hayatınızdan bahsedebilir miyiz. Nerelerde çalıştınız, aldığınız görevler nelerdir?

            -1981 yılında,  önce  Tan Gazetesi’nde gazeteci olarak çalışmaya başladım. Birkaç yıl sonra kültür-sanat-edebiyat sayfalarının başına getirildim. Ardından,  tecrübe edindikçe sorumlu yazar görevlerinde de bulundum. Gazetenin kültür, sanat, edebiyat, çocuk, eğitim ile ilgili sayfalarını yönetiyordum. Bu arada 1998 yılında başlayan Kosova Savaşı esnasında Türkiye’nin Zaman gazetesinde muhabirlik yaptım. Yani söz konusu gazetenin Yugoslavya temsilcisi olarak çalıştım. O zamanlarda Kosova’da hala Yugoslavya’nın içerisindeydi. Muhabir olarak gazeteye her gün haber geçiyordum. Müslümanların  dertlerini anlatmaya çalıştım Türk halkına. Sonra NATO müdahale edince Türkiye’ye, Bursa’ya gittiğimi söylemiştim. Orada kaldığım  süre içerisinde Bursa’nın yerel gazetesi olan Bursa Haber gazetesinde düzeltmen olarak görev yaptım. Bu arada söz konusu gazetede Kosova  ile ilgili bir dizi yazım (bir haftalık) yayımlandı. Kosova’ya döndükten sonra serbest ticaret yaptım birkaç yıl. Beş yıldan bu yana da Mamuşa’daki Atatürk Lisesi’nde Türkçe öğretmeni olarak çalışıyorum.

            -Tan ve Zaman gazetelerinde çalıştığınızı söylediniz. Gazeteciliğe başlamanız nasıl oldu anlatır mısınız?

            -Gazeteciye İhtiyaç varmış, burada konkurs diyorlar, duyuru yayınlanmıştı. Başvuruda bulundum. Birçok aday olduğu için sınav yapıldı. İmtihanda kompozisyon yazmamız istendi. Komisyon başkanı Necati Zekeriya idi. Beğenmiş olacaklardı ki yazdığımı, işe alındım ve böylece gazeteciliğe başladım ve bu yirmi yıl devam etti.

            1998 yılında Kosova’da çatışmalar başlamıştı. Gazeteciye ihtiyaçları vardı. O yıllarda Kosova Türk kamuoyu için bilinmeyen bir konuydu. Çoğunun burda Türklerin yaşadıklarından haberleri bile yoktu. İstanbul’a bir seyahatim esnasında gidip gazetenin yetkilileriyle konuştum. Onlara da buradan her gün haber geçecek biri lazımdı, elemana ihtiyaçları vardı. Ben de görevi kabul ettim. Zaman’ın Yugoslavya temsilcisi olarak çalışmaya başladım.

            -Buradaki gazetecilik ile Türkiyedeki gazetecilik arasında bir fark var mıdır, neler söyleyebilirsiniz?

            -Tabi buradaki ve oradaki gazetecilik farklıydı. Türkiye’de sansasyonel özellikli haberlere daha çok önem veriyorlar. Gazetelerde, basın-yayın organlarında  kültür, sanat  ve edebiyat gibi gelişmelere pek önem vermiyorlar. Ama Zaman Gazetesi sadece  Türklerle değil  Arnavut, Boşnak, Goran, daha doğrusu bütün müslüman ahalinin  ortak dert ve acılarını yansıtmayı amaç edinmişti.

            -Gazetecilik mesleğinin edebi hayatınıza olumlu veya olumsuz bir etkisi/katkısı oldu mu?

            -Gazateciliğin edebiyat hayatıma büyük bir faydası olmuştur diye düşünüyorum. Gazetecilik yaparken çeşitli olaylarla, durumlarla, insanlarla karşılaşıyorsunuz. İşte bu olayların insan üzerinde mutlaka bir etkisi oluyor. Bazı şeyleri habercilik anlayışı dışında edebi açıdan değerlendirme ihtiyacını duyuyorsunuz. Ayrıca Tan’da çalışırken Yugoslavya’ya Türkiye’den misafir yazar ve şairler gelirdi. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Aziz Nesin, Ümit Yaşar Oğuzcan, Tarık Dursun bunlardan birkaçıdır. Onlarla ropörtaj yapar ve bu süreç içerisinde birçok şey öğrenirdik. 

            -İsterseniz biraz da edebiyat üzerine konuşalım. Sizce edebiyat nedir? Yazmaya ne zaman ilgi duydunuz, nasıl başladınız ve bu zamanlara nasıl geldiniz? Ailenizde böyle kabiliyetleri olan, yazan-çizen insanlar var mıdır?

            -Bence edebiyat insanı, hayatı, dünyayı anlatmaktır. İnsanın hayatı değiştirmeye çalışması demektir. Ben de bir edebiyatçı olarak eserlerimde bunu anlatmaya çalışıyorum. Mücadele verenlerin duygularını, hissiyatlarını, ne yapabildiklerini, neyi yapamadıklarını anlatmaya çalışıyorum.

            -Edebiyat Arapça bir kelimedir. Terbiye etmek, eğitmek manalarına gelir. Tabi ki, okuyucuya bir şey vermek için edebiyat yapılır. Kendimin bu konuda bir şeyler verdiğine inanıyorum. Fakat edebiyatta da  her zaman edepli şeylerden bahsetmek söz konusu olamaz. Hayatta ne varsa onları da yazmak gerekir. Savaşlarda  insanların birbirini öldürmesi ne kadar hoş bir tablo olmasa da kaleme alınır. Bazen de ahlaka aykırı durumlar olabilir hayatta. Onları da vermek zorundasınız. Fakat önemli olan sonunda okuyucuya verilmek istenen mesajdır. İyi olanın, ahlaklı olanın, erdemli olanın sonunda başarıya kavuşacağını okuyucu bilmeli. Edepsiz şeyler, kelimeler  romanda anlatılmaz, yazılmaz diye bir şey yok. Ama dozunda olması kaydıyla.

Edebiyata karşı çocukluktan gelen bir sevgim, ilgim vardı. İlkokulu Türkiye’de okurken daha o zamanlarda, yani ilkokul sıralarında hikâyeye merak sarmıştım. Salihli’de şehir kütüphanesi vardı. Okuldan çıktıktan sonra oraya gider, hikâye kitapları ve romanlar okurdum. Bu arada babam harçlık verirdi ve benim bunlarla kitap aldığım olurdu. Bu bende edebiyata olan sevgiyi ortaya koymaktaydı. Lise öğrenciliğim esnasında  da bu sevgi devam etti. Ondan sonra gazetede çalışmaya başlayınca boş zamanlarımda hikâyeler yazmaya başladım. Gazatecilik yaparken bir yandan da edebiyat ile ilgilendim. Şu an sekiz tane kitabım var. Bunlardan birkaç tanesi hikâye kitabı, dört tane ise romanım var. Elimden geldiği kadar Kosova Türk Edebiyatı’na birşeyler vermeye çalışıyorum. Babam uzun yıllar önce vefat etti. Bizim köyde ve komşu köylerde imamlık yapardı. Yazı yazdığını söyleyemem, ancak okumaya çok meraklıydı.

-Yazı yazmaya nasıl başladınız ve ilk hikâyenizle alakalı bilgi verir misiniz?

            -İlk hikâyemi ilkokulu bitirdikten sonra on beş on altı yaşındayken yazdım. Okul okumanın çok zor olduğu, ailelerin çocuklarını okula göndermek  istemedikleri bir dönemde bu konuyu işleyen bir hikâye yazdım. İlk hikâyemdi. Babası okula gitmek isteyen çocuğunu okutmak istemiyordu. Eğer okula gönderse elindeki iş gücü kaybolacak. Tarlada çalışacak adam kalmayacak. Ama annesi eşinden daha ileri görüşlü. Çocuğun okumasını istiyor ve annenin çabaları ile devam eden bir hikâye. Bunu Tan gazetesine yolladım, fakat nedense bir türlü yayımlanmadı. Daha sonra orada çalışmaya başladığımda bu hikâyemi orada çalışan bir yazarın dolabında buldum. Belki beğenmemişti, belki de kendisine rakip olarak gördü, bilemiyorum.  Ben orada çalışmaya başlayınca yayınladım.

            -Sizi yazı yazmaya teşvik eden veya yönlendiren oldu mu?

            -Oldu tabii ki. Tan gazetesinde çalışmaya başladığımda, gazetenin ve o zamanki Yugoslavya’nın en önemli Türk şair ve yazarlarından biri olan Necati Zekeriya bana çok büyük bir ilgi ve yakınlık gösterdi. Kendisi Üsküplüdür. 198O’li yıllar Yugoslavya’nın hala dağılmadığı, bir bütün olarak varlığını sürdürdüğü dönemdi. Üsküp’ten Tan Gazetesi’ne köşe yazıları gönderiyordu. Haftada bir gün Priştine’ye, gazeteye geldiğinde oturup sohbet ederdik. Kendisi de hem şair hem de hikâyeci olduğu için herhalde bendeki potansiyeli görmüş. Bir iki hikâyemi okuduktan sonra hikâyeye yatkınlığımın olduğunu, hikâyelerimi beğendiğini, daha yeni hikâyeler yazmam gerektiğini söyledi. Ben o zamanlar bunu bir teşvik olarak gördüm ve bana oldukça katkısı geçti. Yeri gelmişken kendisini rahmetle anıyorum. O zamanlar Türkiye’den Priştine’deki Türkoloji kürsüsüne okutman olarak gelen hocalar da destek verip teşvik ediyorlardı. Şahmeran Baltacıoğlu ve İdris Güven Kaya yazılı ve sözlü olarak başarılarımı ifade ettiler. Hatta İ. Güven Kaya “Duygu Tutsağı” adlı ikinci öykü kitabımın önsözünü yazmıştı. O zamanlar Avrupa’da ve Türkiye’de yaşayan, Tan gazetesini ve dergilerimizi sürekli olarak izleyen Türk hocaları, yazar ve şairleri de beni cesaretlendirici mektuplar gönderiyorlardı.

            -İlk yazınızı hatırlıyor musunuz? Yayımlanan ilk eseriniz hangisidir? Hangi gazetede/dergide ve ne zaman yayımlandı? Eserleriniz daha çok hangi gazete/dergilerde yayınlanmıştır?

            -İlk yazım Tan gazetesi’nde yayınlanmıştı. Mamuşa’daki Aşık Ferki Kültür-sanat Derneği’nin çalışmalarıyla ilgiliydi. Ben bu derneğin kurucularından biriydim. İlk kitabım “Yazgı” bir öykü kitabıydı. Tan Yayınları arasında çıkmıştı.Ceryanın dahi olmadığı dönemler deki karanlık köy hayatını, aydınlık şehre duyulan özlemi bir  köylü çocuğun gözüyle anlatmaya çalıştım. Eserim yayınlanınca çok sevinmiş, dünyalar benim olmuştu.

 

Genelde Tan Gazetesi, Kuş çocuk dergisi, Çevren ve Çığ kültür-sanat dergilerinde yazdım. Bu arada Türkiye’de Tarla, Aksiyon dergileriyle Zaman ve Bursa Haber gazetelerinde makalelerim yayınlandı.

Önceden Tan Gazetesi’nde yayınlanıyordu. Haftalık bir gazete olan Tan’da bir sayfa hikâyeye ayrılıyordu. Ara sıra benim hikâyelerim de yayınlanıyordu. Bir de Çevren Dergisi vardı.  Bazı hikâyelerim bu dergide de yayınlanıyordu. Ayrıca Kuş adlı çocuk dergisinde çocuk hikâyelerim  yayınlanıyordu. O zamanlar hikâyelerim önce gazete veya dergilerde çıkıyordu. Daha sonra kitaplaştırıyordum. Yalnız o zamanlar yazarlara telif hakkı ödeniyordu. Toplum edebiyatın gelişmesine önem verdiği için gazetede veya dergide hikâyeniz yayımlanınca, kitabınız çıkınca müellife belli miktarda bir ücret ödeniyordu. Aynı zamanda bazı makalelerim, hikâyelerim Türkiye’nin değişik dergilerinde, Aksiyon, Tarla gibi dergilerinde de yayınlandı. Bu arada Kültür Bakanlığının çıkardığı Türk Yazarlar ve Şairler Sözlüğü’ne de alındım. Kosovalı bir  Türk yazarı olarak orada bize de yer vermişler. Bu arada Türkiye’de Şükran Kurdakul adında bir araştırmacı var. Onun kendi çıkardığı Şairler ve Yazarlar Sözlüğü diye bir kitabı vardır. Orada da bize yer vermiş. 1992 yılında Türkiye’de, Ankara’da düzenlenen Birinci Uluslararası Türk Yazarlar Kurultayı’nda Kosova’yı bir Türk yazarı olarak temsil ettim.

            -Çocukluğunuzun bir kısmı Manisa’nın Salihli ilçesinde geçmiş. Bu yillarda kütüphaneden çıkmadığınızı, sürekli okuduğunuzu söylemiştiniz. Salihli’deki yılların  yazı yazarken size katkısı olmuş mudur?

            -Doğrudur. İnsan okudukça yeni şeyler, yeni dünyalar öğrenir. Ufku gelişir ve genişler. En azından diğer yazarların dünyaya bakış açısını, hiç olmazsa en azından tekniği öğrenir.  Bir hikâyenin nasıl yazıldığı, edebiyetın her türünde olduğu gibi giriş, gelişme  ve sonuç bölümleri olduğu öğrenilir. Okumadan ortaya bir şey konamaz. Düşünceme göre her meslek için bu böyledir. Fakat kabiliyet olmadan da bir şey olmaz. Biraz da Allah vergisi bir şey. Benim bir sürü tanıdığım, edebiyat fakültelerinde hocalar, Profesörler var. Fakat bazılarının hiç edebi eseri yok. Veya bunun tersi olarak fakülte bitirmemiş birçok önemli, başarılı yazarımız var. Mesela dünyada da ad yapmış Yaşar Kemal diye bir romancımız var. Orta okulu bile bitirmemiş bakıldığında. Sonrasında gazetecilik yapmış, fakat edebiyat fakültesinden falan mezun olmamış. Ama onun gibi hikâye ve roman yazabilenler çok az Türkiye’de de... Orhan Kemal, Kemal Tahir veya şairlerden Nazım Hikmet‘in çok iyi bir eğitimden geçtikleri de söylenemez. Ama mükemmel eserler ortaya koymuşlar.

            -Balkanlarda köklü bir Türk edebiyatı bulunmaktadır. Ancak Kosova’da bilhassa nesir alanında eser verecek kalemlerin olmayışı neye bağlanabilir? Prof. Dr. İrfan Morina’ya göre, “Kosova Türk edebiyatında nesrin gelişememesi, aydınların ne yazacağını değil, nasıl yazacağını bilmediğinden kaynaklanmaktadır”. Yani asıl sıkıntı maalesef yazı dilinin, edebiyat dilinin oluşamamasıyla ilgilidir. Bu düşünceye katılıyor musunuz?

-Teknik ve dil meselesi… Benim şansım ilkokulu Türkiye’de bitirmiş olmam. Çünkü bir şey yazabilmek için dili çok  iyi bilip kullanmak gerekir. Edebiyat bir söz sanatıdır. Buralarda da akıllarında bir sürü şey olup yazmak isteyenler olabilir. Ancak dili iyi bilmiyorsa, kendini ifade edemiyorsa nasıl yazacak adam. Yazmaktan vazgeçiyor, çekiniyor. Benim avantajım çocukken edebiyata olan ilgim, çok okumam  olmuştur. İrfan Bey bu konuda da haklıdır. Fakat dili her bilen de hikâye roman yazabilir diye bir şey yok tabii. Bu uğraş için hem kabiliyet, hem dili iyi bilmek, en önemlisi de sevgi olması lazım.

Ben kendimi nesirde buldum. Yazdığım birkaç tane şiirim var. Fakat nedense kendimi şiirde bulamadım.  Hiç yayınlamadım. Ama hikâye ve roman çocukluğumdan bu yana ilgimin olduğu, kendimi daha iyi ifade ettiğim bir türdür.

            -Buralarda nesirin yeterince gelişememesi Türkçe eğitiminin eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir mi?

            -Bence dilin iyi kullanılamayışından kaynaklanıyor. Eğitim de yeterli değil tabii... Bir roman yazmak isteyen kendi kendini yetiştirememişse çok güçlü bir Türkçe eğitimden geçmiş olması lazım. Savaş biteli aradan 15 yıl geçti. Bu koca süre içerisinde benim dışımda bugün bile roman  yazan olmadı. Ben  bin beş yüz sayfa tutarında üç tane roman yazdım. Çok iyiler diyemem, fakat elimden geldiğince atalarımızın, yani Osmanlı’nın buralardan çekilişindenden sonra,  Balkan Savaşlarından sonra, ardından İkinci Dünya Savaşı’ndan 60’lı yılların başına kadar halkımızın, bu arada o zamanki Yugoslavya’da yaşayan bütün müslümanların başlarına gelen acıları, baskıları ve zulümleri anlatıp ortaya koymaya çalıştım. Dört yüz, beş yüz küsür sayfalık romanlar söz konusu olanlar… Ödül aldılar hatta.

            -Hikâye ve romanlarınızda işlediğiniz ana konular nelerdir? Eserlerinizde işlediğiniz konulardan sizi derinden etkileyen ya da bizzat yaşadığınız ve sizi yazmaya sevkeden olaylar var mıdır? 

            -Benim eserlerimin büyük kısmının mekânı Mamuşa’dır.  Temel faktör geçim derdi ve göç olgusudur. Bazı hikâyelerimin konuları yirmi yıl yaşadığım Priştine’de geçmiş olsa da ağırlıklı olarak Mamuşa insanını anlattım. Konular göç, gurbet, geçim sıkıntısı, tarım ve hayvancılıkla uğraşan insanların karşılaştığı sıkıntılardır. Son zamanlarda özellikle romanlarımda göç olgusuna değiniyorum. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası Tito önderliğinde 1945’ te kurulmuş olan Yugoslavya’da 1960’a kadar çok katı ve sıkı bir rejim vardı. Bu rejim kendisine iyi bakmayan insanları, halkları dışlamış. Tabi bu dışlanmış kesimi daha çok müslümanlar oluşturuyordu. Bu kesimin içine Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar giriyordu. Bu gruba Gora’yı koymak ta mümkündür. Goralılar Prizren’in dağlarında yaşayan müslüman bir topluluktur. İşte bunların hepsine komünist idareciler acı çektirip zulüm uygulamışlar. Sonunda insanlar dayanamayıp yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmışlar. O zamanın rakamları ile 1950-1958 yılları arasında belki de 250 bin kişi, yani yaklaşık 50-60 bin aile Türkiye’ye göç etmişler.  Makedonya, Kosova ve Sancak’tan Türkiye’ye gidilmiş. Büyük bir kesim göç etmiş. Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde kendileri, çocukları, torunları yaşıyorlar. Günümüzde sayıları belki milyonları bulur. Göç derken ben de bunları anlatmaya çalıştım.

            Ben bu hikâyeleri yazdığım zaman insanlar genellikle tarımcılıkla uğraşırdı. Benim ailem de aynı mesleği icra ettiler. Sadece babam tarımcılıkla uğraşmasının yanı sıra cuma günleri ve ramazan aylarında etraftaki Arnavut köylerinde imamlık yapardı. Şunu söylemek istiyorum: Hikâyelerimin çoğunda başımdan geçen meseleleri anlatmaya çalıştım. Bir bakıma kendim de varım hikâyelerin içerisinde. Ayrıca  az önce de ifade ettiğim gibi bu hikâyeleri 1980’li yıllarda yazdım. O zamanlar Yugoslavya bir bütündü. Yugoslavya’daki Türk yazar ve şairlerin çoğu eserlerinde genelde rejimle, sosyalizm ve komünizmle ilgili konuları işliyorlardı. Komünist Partisini, ileri gelen idarecilerini ve komünizmin getirdiği kazanımları ele alıyorlardı. Böyleyken ben ilk kez bu şablonun dışına çıktım. Bazı arkadaşlarım ve edebiyat eleştirmenleri de bunun dışına çıktığımı söylüyor. Rejimle, komünizmle alakası olmayan insanları da hikâyelerimde kahraman olarak anlatmaya çalıştım. Az önce imamdan, hacıdan, hocadan bahsettiğimi söylediniz. Komünizm zamanında hocalar, imamlar öyle pek dikkate alınmazdı. Belki de toplumdan dışlanan kişilerdi. Traktör Belası adlı hikâyemde ana kahramanlarımdan birisi traktör alıp almama konusunda tereddüte düşünce komünist idareyi temsil eden köyün muhtarıyla değil  de komünist rejimin hoş bakmadığı köyün imamına danışıyordu. Ben böylece, o zamanki Yugoslavya’da rejimin dışlamak istediği insanları, karakter ve değerleriyle, dünya görüşleriyle hikâyelerime taşıyarak bir yenilik yaptığıma inanıyorum.

            -Eserlerinizin bir çoğunda bilhasa hikâyelerinizde köy gerçeğini ele alıyorsunuz. Fakat bir köyün İmamı kadar öğretmeni ve muhtarı da aktiftir. Oysa biz bu karakterleri pek görmüyoruz. Onları arka plana itmeniz sadece rejimden kaynaklanmıyor olsa gerektir. Bu konuyu biraz daha açar mısınız?

            -Aslında bazı yerlerde öğretmenlerden bahsettiğim oldu. Fakat 1980’li yıllardaki rejime bakıldığı zaman o yaşanan ortamda rejimin dine pek te hoşgörüyle bakmadığı bir ortam vardı. Rejim ateist bir rejimdi. Karşısında da ister istemez dindarlar vardı. Ve rejim bunları zararlı unsurlar olarak görüyordu. İnsanın hayatı mücadele ile geçtiği için ister istemez ben de bu konuyla ilgili mücadele verdim. Bir yazar olarak resmen ateist olan bir toplumda yaşayan dindar insanların da yadsınamayacak değerlere, toplumu ileriye taşıyabilecek niteliklere sahip olduklarını göstermek istedim. Ve bence bu çok büyük bir erdem sayılır. O zamanki durumu göz önüne alarak söylüyorum bunları.  Ayrıca o dönemde muhtarlar, öğretmenler genelde rejimi temsil eder,  hep devlete yaranmaya çalışırlardı. Hatta komünizm sisteminin ilk yıllarında  devlete, rejime yaranmak için zulmü arttıran, köylünün ektiği buğdayın tamamını veya fazlasını isteyip ellerinden alan muhtarlardı. Bunu veremeyince köylüyü döver, işkence yaparlarmış.   İkinci Dünya Savaşı sonrası şehirlerde yaşayanlar büyük bir açlıkla karşı karşıya kalmışlardı. Bu yüzden o dönemde buğday çok önemli bir gıda maddesiydi. Köylünün elindeki bütün buğdaylara, diğer gıda maddelerine komünistler tarafından zorla el koyuluyormuş. Köylüler kendi çocukları için gerekli buğdayı saklamak zorunda kalırlarmış. Ama bu yaptıkları farkedilince çok büyük işkencelere maruz bırakılmışlar. Böyle davrandıkları için çok zulüm görüp hapse atılanlar, hatta öldürülenler olmuş. Bu yüzden Türkiye’ye göçler başladı l955’lerde. Tavuğu olandan dahi yumurta alınırmış zorunlu öşür adı altında. Ben uzun kış gecelerinde köy odalarında bir araya gelen büyüklerimizden bu konularla ilgili başlarından geçen çok acı şeyler dinledim. Öğretmen ise gelir dersini anlatır ve gidermiş. Hiçbir şeye karışmazlardı. İmamlar, yani din adamları o dönemlerde, hepsi değilse de, öğretmenlere göre daha mücadeleci bir ruha sahiplerdi.

            -Oysa siz de bir öğretmensiniz. Hikâyelerinizde öğretmen karakterinin pek kullanılmamasının  yukarıda söylediklerinizin dışında özel bir nedeni var mı? Ya da soruyu tersten soralım. Babanızın imam olduğunu söylemiştiniz. Acaba hikâyelerinizde imamı öne çıkarmanızın bununla bir ilgisi olabilir mi?  

- Hayır, özel bir nedeni yok.  Ama ben öğretmenliğe beş yıl önce, yani 201O yılında başladım. Hikâyelerimi yazdığım yıllarda öğretmenlik değil gazetecilik yapıyordum. Ama babamla ilgili olabilir.… “Sel” adlı romanımda ön plana pozitif olarak çıkardığım imam, hacı-hoca gibi kavramları yukarıda anlattım. Yalnız şunu da belirtmek isterim ki, her imam da dinimizin ön gördüğü şekilde davranıyor diye bir şey yoktur. Onların aralarında da sahtekâr, iki yüzlü olanları vardı. Bunları da anlattım ben. Mesela Yazgı da yer alan    “Hayrat” adlı hikâyemde iki yüzlü, sahtekârlar, dini kendi çıkarlaına alet eden kişiler  de vardır. 

            -Eserlerinizde kullandığınız kahramanlar genellikle sizin çevrenizden kişiler. Tanıdıklarınız, aileniz, akrabalarınız. Hatta bazı eserlerde bizzat sizi görmek de mümkündür. Acaba hangi kahramanlarla sizi özdeşleştirebiliriz? Daha çok hangi yaşlardaki okura hitap ediyorsunuz?

               -Bazı hikâyelerimde çocukluk ve gençlik yıllarımdan kimi kesitler vermeme karşın kendimi tam manasıyla anlattığımı söyleyemem. Kafamda kurgulamaya çalıştığım ve NATO müdahalesiyle başlayan Kosova’nın son dönemlerini anlatmayı düşündüğüm romanda kendimi daha geniş bir şekilde anlatmaya çalışacağım. Ama Traktör Belası’nda veya Sel adlı romanımdakı Salim adlı kahramanımla bir bakıma özdeşleştirilebilirim de...

Her yaşta okura hitap eden hikâye ve romanlar yazmaya çalıştım. Çocuklar için yazdığım hikâyelerin dışında romanlarım genelde gençlere ve yetişkinlere hitap etmektedir. Tabii bu romanları da sırf otuz kırk yaş üzeri olanlar için yazdım diyemem. Kahramanlar arasında çocuklar, gençler var. Her yaşta insanın okuyacağı eserler vermeye çalıştım. Her kesim, her meslek erbabı, çiftçi, öğretmen, imam, ateist, dinsiz herkes var. Ayrıca bu topraklarda yaşayan  her millettten insan var. Arnavut, Karadağlı, Sırp, Goralı, Çingene herkes var. Bence  mesela iyi ulus kötü ulus diye bir kavram yok. İyi insan kötü insan var hayatta. “Taş YerindeAğırdır” adlı üçleme romanım Mamuşa’nın, Kosova’nın, dolayısıyla da o dönemdeki Yugoslavya’nın  13 yılını kapsıyor. 1943-1957 yıllarında yaşananları kaleme aldım. Karakterle yüz küsür kişiden oluşuyor. Bunlardan bazısı Sırp, Arnavut, Boşnak, Sloven… Kısacası o zamanın Yugoslavyası’ndaki bütün uluslara mensup insanlar var.

-Edebi eserin üslubu nasıl olmalıdır? Kendinize mahsus bir üslup yakaladığınızı düşünüyor musunuz?

            -Okura yakın, onun anlayabileceği, hoşlanabileceği şekilde olmalıdır. Ben de böyle olması için uğraşıyorum. Kosova’daki Türk Edebiyatını ele alırsak kendime özgü bir üslubum olduğunu düşünüyorum. Her yazarın kendine göre bir üslubu vardır, aksi halde başarılı olması mümkün olmaz diye düşünüyorum.

            -Hikâyelerinizin bir çoğunu inceleme fırsatı bulduk. Hikâyelerinizde genellekle köy ve şehir hayatını esas aldınız. Daha çok Mamuşa merkezli bir köy yaşantısını gözlemledik. Buradaki sosyal meseleleri realist bir şekilde ifade ediyorsunuz. Yanılıyor muyuz?

            -Evet haklısınız. O zamanki rejimde Mamuşa’dan hiç kimse devlet yönetiminde olmadığı için Mamuşa sanki dünyanın kıyısında köşesinde kalmış gibiydi. Kimse ilgilenmiyordu. İnsanlar kendi başlarına, kendi dertleriyle uğraşıyorlardı. Mamuşa halkı büyük sıkıntılar yaşıyordu. Yöredeki şehirlerde, özellikle Prizren’de büyük fabrikalar vardı. Herkes işe alınıyor, fakat Mamuşa’dan hiç kimse işe alınmıyordu. O zaman toplumsal sektöre, yani kamuya ait büyük bağ plantajları vardı buralarda. Mamuşalılara ait, onların ellerinden alınan topraklar üzerinde    kurulmuş planlajlar… Alıp gasp ettiler ve orada iki üç kişi dışında pek Mamuşalı çalışmıyordu.  Etraf  köylerden gelen Arnavut ve Sırplar çalışıyordu. Mamuşalılar sahipsiz, belki de Türk  oldukları için o zamanki rejim Mamuşalılara pek yakınlık göstermiyordu.

            -Az önce Komünist rejim döneminde Mamuşa kıyıda kalmış dediniz. Sanki bu hala devam ediyor gibi görünüyor. Bunda eğitim eksikliğinin payı var mı, ne dersiniz?

            -Buna katılıyorum. Bunun sebebini de azınlık olmamıza ve de gerçekten halkın çıkarları doğrultusunda mücadele eden politikacılarımızın olmayışına bağlıyorum. Bu bizim yazgımız bence. Ben bu olguyu üçleme romanımda ön plana çıkarmaya çalıştım. 1945-1957 senelerinde de Mamuşayı idare edenler köyün en büyük cahilleri, ahlaken de en çökmüş kişileriydi. Belki bu yüzden yüzlerce aile o zaman topraklarını bırakıp Türkiye’ye göç etti. Yakınlarını, geçmişlerini, mazilerini burada bırakıp gitmek zorunda kaldılar. Bugün de durumun aynı olduğunu belirtsem yalan söylemiş sayılmam. Ama yapılacak bir şey yok. Osmanlı’nın bu topraklardan çekilişinden beri yüz senedir durumun böyle sürüp geldiğini anlatmaya çalışıyorum. Bundan sonra da durumun daha iyiye gideceğinden ümitli değilim. Hak edenler, liyakat, bilgi, beceri sahibi, milli ve dini bilince sahip olanlar değil olmayanlar toplumumuzu idare edecekler ve maalesef dış faktörlerin de desteği ile bu olumsuz tipler söz sahibi olmaya devam edecekler.  Bu düşündürücü duruma bugün bile Türkiye’den gelen kimi politikacıların da olumsuz katkıda bulunduklarını üzülerek görüyoruz. Bu söylediklerimden birileri hoşlanmayabilir ama, bunları bir edebiyatçı olarak  belirtmek zorundayım,  kendimi buna borçlu hissediyorum.

Mamuşa eğitime önem vermeye çok geç başladı. Mesela benim kuşağımdan bahsetmek istiyorum. 1970 yılında ilkokuldan mezun olduktan sonra liseye gitmek istedik birkaç arkadaşla. Babalarımız, yakınlarımız gitmemize pek istekli bakmadılar. Tarımcılık yapmamızı istiyorlardı. Bizim ısrarımız üzerine gittik. Mamuşa işte o yıllarda azar azar okumaya başladı. Ama Prizren, Priştine’de, yani şehirlerde yaşayanlar elli yıl öncesi eğitime önem vermişlerdi. Mamuşa’nın önem vermeme sebeplerinden biri de tarımcılıktır. Köyde iş gücüne ihtiyaç olduğu için büyükler çocuklarının okula gitmesini iyi karşılamıyordu. Bunun dışında İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan bazı acı olaylar Mamuşa halkının eğitime önem vermesini olumsuz yönde etkilemiştir. Mesela savaş öncesi dönemde, yani 192O’li yıllarda hukuk fakültesini bitirmiş Mamuşalılar vardı. Savaş esnasında komünistler tarafından kurşuna dizilenler olduğu için insanlar çocuklarını okutmaktan kaçınıyorlardı. Çoğu da çocukları önemli bir göreve gelir, sonra  başlarına bu tarz kötü olaylar gelebilir korkusuyla okula göndermediler. Çeşitli etkenler sebep oldu. Ama gerçekten şu an Mamuşa eğitim bakımından olması gereken yerde değil. Cehaletin kökü kazınamadı. İlkokul ve lisemiz var. Diğer şehirlerde veya Türkiye’de üniversite okuyanlar var. Ama mezun olanların sayısı çok az. Ayrıca döndüklerinde maalesef iş de bulamıyorlar.

            - Mamuşa dini hassasiyeti yüksek olan bir bölgedir. Ele aldığınız olaylar, işlediğiniz konular nedeniyle eleştirildiniz mi? Yaptığınız işin, yazdığınız eserlerin  insanlar tarafından anlaşıldığını düşünüyor musunuz? Bu hususta nasıl tepkiler alıyorsunuz?

            -Maalesef anlaşılamıyor. Bazısı buna ne gerek var? Ne kadar para harcadın? diyorlar. Son kitaplarımı kendi imkânlarımla bastırdım. Önceleri Tan Yayınları arasından çıkıyordu. Sel adlı romanım Tan tarafından basıldı ve bana bir yıllık maaşıma denk bir  telif hakkı verildi. Son romanlarımı  kendi imkânlarımla bastırdım. İnsanlar bunca masrafa değer mi? diye soruyorlar. Ama benim düşünceme göre, eğer burada bir Türk halkı var diyorsak, bir edebiyatımızın da mutlaka olması gerekir. Eğer edebiyatınız yoksa kimse sizin varlığınızı kabul etmez. Yarın burada Türk olmayan biri “Siz Türk olduğunuzu söylüyorsunuz ama edebiyatınız, bir romanınız var mı?” diye sorsa ne olacak. Buna buna verecek cevabımız maalesef yoktur. Bence bu  utanılacak bir meseledir. Bunları insanlara anlatmak zor. Ben bu şekilde halkıma vefa borcumu ödemeye çalışıyorum. Bir nevi hobim bu benim. Boş zamanlarımda inandığım şeyleri yazmaya çalışıyorum.

Sorunuza bir olayla cevap vermek istiyorum. “Hayrat” adlı hikâyemde imece usulüyle yapılan bir camiyi ele aldım. 1970’li yıllardı… O zamanlar komünist rejim caminin  yapılmasına izin verdi ama maddi destek yoktu. Halk kendi parasını verip kendi çalışarak yapacaktı camiyi. Halktan para toplandı. Herkes gönlünce verecekti. Öyle bir şey oldu ki, fakirler daha çok verdi,  zenginler daha az. Veysel amca adlı biri vardı. Çok severdim kendisini ve hikâyede de adını değiştirmedim. Camiye pek gitmezdi. Camiye sık sık giden ama buna karşın cami yapımı için az para veren zenginleri eleştirirdi. Ben söylediklerini hikâyemde anlattım. Benim kusurum öyküde adını değiştirmemem, aynen yazmam oldu. Kitap basıldığında nasılsa o zenginlerin eline geçmişti. “Vay bre Veysel bizi eleştirmiş…” diyerek kendisine çıkışmışlardı. O zamanlar aylardan Kasımdı ve televizyon falan  da yoktu pek köyde. Köy odalarında sabahlara kadar sohbet edilirdi. Meğerse Veysel Amca, kendilerini eleştirdiği kimselerin hışmına uğramamak için köy odalarındaki sohbetlere gidip katılamaz olmuş. Ben hafta sonu köye geldiğimde sokakta Veysel Amcayı gördüm, ama suratıma bakmadı. Selam verdim, ses etmedi. Belli ki bana çok kızmıştı. Daha sonra kükreyerek “İlle benim adımı yazman mı gerekirdi kitapta?…” diye çıkıştı bana. “Hiçbir yere gidemez oldum. Evde de yalnız kalınır mı ki…” diyordu. Haklıydı siteminde. Bu olaydan sonra insan içine çıkamamış. Bir Arnavut köyünde, uzakta yaşayan dayılarında kalmıştı bir  iki hafta, olay unutuluncaya dek…  

            -Eserlerinizin hemen hepsinde genellikle bir aşk gizlidir. Bu bölümlerin anlatıldığı sahneler de oldukça gerçekçidir. Kırsal kesimlerde, bilhassa dini hassasiyetlerin öne çıktığı yerlerde bu tasvirlerin ciddi tepkilere yol açabileceğinden çekinmediniz mi? Yoksa bu ayrıntılar sadece temayı süslemek, akıcılığı sağlamak için mi ele alınmıştır?  

            -Bu konuyu ele almam iki sebepledir. Hem gerçek olmasından, hem de temaya canlılık kazandırmasından. Ben bu hikâyeleri otuz kırk yıl önce yazmıştım. Nişanlılar o dönemlerde birbirlerini otuz kırk metre öteden görürdü. Kızı daha çok aile beğenirdi. Kızlar iki yıl nişanlı kalır ve eşi olacak kişiye ve onun ailesine pek görünmezlerdi. Bu yüzden nişanlılar veya sevdalılar, hepsi değil, daha cesur olanları ancak gizli gizli, geceleri buluşurlardı. Ben bir yazar             olarak yaşamın parçası olan şeylerin yazıya aktarılması gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta aşk, sevda da  hayatın bir parçası. Aşırıya kaçmadan meselenin yazılması gerekli. Ama şu an gençler, nişanlılar dünya evine girmeden önce daha rahatça buluşup görüşüyorlar. Bildiğiniz üzere Avrupa’da bu konu ile alakalı dersler veriliyor. Türkiye’de de özellikle büyük şehirlerde durum böyle. Dizilerde falan hep gördüğümüz konular. Daha önce de ifade ettiğim gibi hep yaşanmış meseleler. Aşkı anlatmayan bir edebi eserden söz edilemez. Bu dünya var olalıdan beri böyledir. Aslı ile Kerem, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin gibi benzeri hikâyelerde de bu vardır. Sonuçta ben hikâye ve romanlarımı evrensel edebi değerleri göz önüne alarak yazmaya çalıştım ve bunları sadece bu dar, küçük ortamda yaşayanlar işin kaleme aldığım da söylenemez. Bugün Priştine’deki Türkoloji Bölümü’nde, Türkiye’deki Edebiyat Fakültelerinde okuyan öğrencilerimiz bitirme tezlerine konu olarak alıp işliyorlar eserlerimi.

            -Bazı hikayelerinizde şehire gitmek isteyen, fakat sonu hüsranla sonuçlanan kahramanları ele alıyorsunuz. Aslında şehir hayatı daha gelişmiş ve moderndir. Neden bu bakış açısı ile baktığınızı öğrenebilir miyiz?

            -O zamanlar, yani komünizm döneminde bizim buralarda Türk olmak pek kârlı değildi.  Özellikle şehir ortamlarında insanlar istemeyerek de olsa Türklüklerini yadsımaya başlamışlardı. Çünkü devlet işine giremiyorlar, dolayısıyla da iş güç sahibi olamıyorlardı. “Aslını Yadsıyan Adam” adlı hikâyemde ben aslında bu konuyu değişik bir tarzda işlemeye çalıştım. Güya köyü beğenmiyordu kahramanım, şehre gidiyordu köyünü terkederek, ama sonu felaketle bitiyor ve geriye dönüyordu. Aslında asıl anlatmak istediğim milliyetini yadsıyan adamdır. Ama o zamanlar bunu açıkça söyleyemezdim tabi. Çünkü herkes milliyetini kendi iradesiyle belirlemek hakkına sahipti. Mesela Aziz Nesin’in Türkiye’deki yöneticilerin devlet hazinesini nasıl soyduklarını anlattığı bir hikâyesi var. “Hazinedeki Paslı Teneke” adı altında masal şeklinde anlatıyor devletin, halkın  yöneticiler tarafından nasıl soyulduğunu. Konu hassas olduğu için değişik bir biçimde yaklaşıyor meseleye. Mekânı ve zamanı değiştirerek. Benim yaptığım da buydu.

            - İkinci hikâye kitabınız olan “Duygu Tutsağı” adlı eserinizin önsözünü yazan İ. Güven Kaya, Duygu Tutsağını, ilk eserinizden daha başarılı ve bir çok hatadan arındırılmış olarak nitelendiriyor. Sanki yıllar ilerledikçe kaleminizde bir olgunluk ve bir yazar hassasiyeti oluşmuş. Bunu neye bağlıyorsunuz?

            -İlk kitabım olan Yazgı’daki hikâyelerimde geçen diyalogları Mamuşa ağzıyla verdim. Ama bence doğru olmadı. Mamuşa ağzı edebiyat yapmaya yeterli değil. Kelime sayısı kısıtlı ve de az. İkinci kitabimda diyalogları Türkiye Türkçesiyle verdim. Ondan sonraki eserlerimde de bunu sürdürdüm. Bence doğru olanı da bu.

             -Konu çok ilginç, daha genişçe, ayrıntılarıyla anlatılmaya uygun. Roman şeklinde daha güzel olacağına inanmıştım. Aslında ben bunu ilk başta yirmi beş yaşındayken roman olarak yazmış, sonra Duygu Tutsağı adlı kitabıma kısaltarak hikâye şeklinde almıştım.

               -Son romanlarınızda göç konusunu işlediniz. Ayrıca bu romanlar, bir üçleme tarzında kaleme alındı. Bu şekilde eser ortaya koymanızın sebebini ve zorluğunu anlatabilir misiniz? Romanlarınızda işlediğiniz göç olgusunun gerçek hayattaki yansımaları nelerdir?

               -Balkanlar’da yaşayan Türkler  ve  müslümanlar Osmanlı’nın yadigarıdır. Osmanlı buralardan çekildikten sonra çok büyük zulüm ve baskılara maruz kaldılar. Bu sebeple İkinci Dünya savaşından sonra Türkiye’ye kitlevi göçler başlar. Yaşanılan acıları tek bir romanda anlatamayacağım kanısına varınca bunu üç kitapta anlatmaya karar verdim. Üçleme böyle doğdu.

Olaylar İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından yaşanıyor. 1945 yılı sonları… Mamuşa’da, Prizren’de, Belgrad’ta ve etraf kasaba ile köylerde geçiyor olaylar. Ama ana mekân tabii ki Mamuşa. Gerçekten yaşanmış, komünist rejimin müslüman halk üzerindeki baskıları esas konu. Bu arada sonları hüsranla biten üç aşk hikâyesi de paralel olarak işleniyor. Kahramanlar da gerçekten yaşamış insanlar. Hatta bazıları hala hayatta. Ben burada yokum, çünkü o tarihlerde henüz iki yaşındaydım, ama ebeveynlerim, dedem, akrabalarım var kahramanlar arasında.

Göç olgusu sadece Mamuşalıların değil bütün Kosovalıların  her günkü yaşamına yansımaktadır. Bunun sonucu olarak, her gün Türkiye ile Kosova arasında gidiş gelişler, karşılıklı ziyaretler oluyor. Türkiye’de her ailenin mutlaka bir akrabası, yakını vardır. Karşlıklı ziyaretlerle hasret gideriliyor. Bu arada Avrupa ülkelerinde de yaşayan birçok Mamuşalı, Kosovalı var. Göçün  şöyle veya böyle kendisine yansımadığı insanımız yok gibidir.

-Siz aynı zamanda bir siyasi parti kurucususunuz. Neden böyle bir ihtiyaç duydunuz? Bir edebiyatçı olarak siyaset-edebiyat ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

            -2O1O yılına kadar Kosova’daki Türkler tek partiye sahiptiler. Ama diğer ulus ile halkların birden çok partileri vardı. Türkler ise komünizm dönemini tekrar yaşıyorlarmışçasına tek partili bir sistemin içine hapsedilmişlerdi. Bu olumsuzluğu ortadan kaldırmak ve Kosova Türk halkına siyasi yaşamda alternatif sunabilmek için 20l0 yılında Kosova Türk Birliği Partisi’ni kurduk bir grup arkadaşla. 1992 yılında, o zamanki Yugoslavya’da kurulan Türk Demokratik Birliği’nin de kurucularından biri ve Merkezi Yönetim Kurulu üyesiydim.

            -Eserlerinizi yazarken kendinize hedef koyduğunuz veya örnek aldığınız bir yazar var mıdır? Meslektaşlarınızdan en çok hangi yazarın kalemini kendinize yakın buluyorsunuz?

            -Tabii var. Özellikle Türk yazarlarından çok sevdiğim yazarlar var. Hikâyecilerden Ömer Seyfettin’i çok severim. Çocukken onun hikâyelerini okudum, hatta etkisinde  kalmış olabilirim. Romancılardan  da etkisinde kaldığım, beğendiğim olabilir. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Hüseyin Rahmi Gürpınar. Bunların romanlarını okudum ve çok beğeniyorum.

Kosova’da zaten başka roman yazarı yok. Hikâyeci de çok az. Türkiye’de kendimi kiminle, hangi yazarla karşılaştıracağımı açıkçası bilemiyorum.  Biz çok gerideyiz.  Arkalarından gidiyoruz. Ama az önce dediğim gibi Orhan Kemal, Yaşar Kemal var.  Onları kendime örnek olarak alıyorum.

-Eserleriniz nedeniyle çeşitli ödüller aldınız. Bu ödüller sizi teşvik etti mi?

            -Tabii… O zamanlar maddi ve manevi ödüller veriliyordu. Bu da insanı sevindiriyor, cesaretlendiriyordu. İnsan daha çok eser ortaya koymak istiyor ödül alınca…

-Eserlerinizde geçmiş zamanı anlattığınızı söylediniz. Sizi Kosova neslinin umut dolu yarınlarını ele alan eserle görmemiz mümkün olacak mı?

 -Yukarıda günümüz Kosovasını anlatan bir roman yazma hazırlığı içerisinde olduğumu belirtmiştim. Önümüzdeki yıllarda yayınlanabileceğini umut ediyorum.

-Son olarak, okurlarınız için neler söylemek istersiniz?

-Çok çok okumalarını ve yazmaya karar vereceklerse gerçekleri yazmalarını tavsiye etmek isterim.

            - Sorularımıza içtenlikle verdiğiniz cevaplar ve misafirperverliğiniz  için teşekkür ederiz.

            -Rica ederim. Beni onurlandırdığınız için asıl ben teşekkür ederim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

           

 

 



[1] Bu mülakat, Salih OKUMUŞ ve Halime BARIŞ tarafından 2013-2014 yıllarında yapılan özel röportajlardan derlenerek hazırlanmıştır.

 

 

 
YAZARIN ÖNCEKİ YAZILARI
 
-  TEKKE

-  KAPICIK

-  Cumhuriyetten Sonra Ordu’da Şiirin Gelişimi ve Yetişen Şairler:

-  Cumhuriyetten Buyana Orduda Basın-Yayın ve Edebiyat Çevreleri

-  Anadoluda Bölge Bölge, İl İl Nevruz Kutlamaları

-  Nevruz Törenleri

-  Türk Dünyasında Nevruz Kutlamaları

-  Türk Kültüründe Nevruz

-  Kosova'da Türkçe yayınlanan Bir Gazete: "Tan"

-  Makedonya'da Türkçe yayınlanan Bir Edebiyat dergisi:

-  Kosova ve Makedonya'da Türkçe Yayınlanan Çocuk Dergileri

-  Kosov'da Türkçe Yayınlanan Gazete ve Dergiler-III

-  Kosov'da Türkçe Yayınlanan Gazete ve Dergiler-II

-  Kosova'da Yayınlanan Türkçe Gazete ve Dergiler-I

-  Kosova'da Çocuklar Türkçe'ye "Kuş"la Kanatlandı

-  Sevinç "Tomurcuk" Açtı

-  Birlikten Çocuklara Güzel Bir Hediye: "Sevinç"

-  Kosova'da Türkçe Bir Çocuk Dergisi: Bahar

-  Kosova'da Türkçe'yi Bayraklaştıran yazar: Reşit Hanadan

-  Reşit Hanadan

-  İnsani Teknikler

-  Teknik ve Devlet

-  Teknoloji Toplumu

-  Bir Aile Cinayeti

 
 
 

ARŞİV
 

GALERİ
 


BLOG

 
 
Prishtine Universitesi Filoloji Fakultesi Turk Dili ve Edebiyati Bolumu Prishtine / KOSOVA    salihokumus@gmail.com
Copyright © 2015 Salih OKUMUŞ - Her Hakkı Saklıdır.Site içeriği kaynak gösterilerek kullanılabilir.