ANASAYFA  
 
 
 
Salih OKUMUŞ
salihokumus@salihokumus.com
 
 

KAPICIK

13.6.2018

                KAPICIK

Dün, asansörde yaşlı bir kadın bize gülümsedi, merhaba deyip kızımın başını okşadı. Gurbette Türkçe konuşan biriyle karşılaşmak ailenden birini görmek gibidir. Gerçi bizim mahallede genellikle Türkçe konuşulurdu. Türkiye’den gelen Türkler de bu bölgeyi seçerlerdi. Burası hem merkeze yakın hem de aradığınız her şeyi bulabileceğiniz bir yerdir. Ayrıca Kosova Türklerinin de yoğun olarak yerleştiği bu bölge, Dört Lüle namıyla anılırdı. Priştine’nin kuruluşuna ev sahipliği yapmış bu eski mahalle, Enver Baki’nin hikâyelerine de mekân olmuştu. Eski camiler, Okullar, dernekler, ticari kuruluşlar ve kurumların birçoğu bu civarda idi. Milli meclis, Cumhurbaşkanlığı tam karşımızda bulunuyordu. Zaten isminden de anlaşılacağı üzere bu mahalle çeşmeleriyle ünlüydü. Ama bir kaçı dışında bugün bu çeşmelerden eser yok maalesef. Söylediklerine göre, Türkçe konuşanların sayısı da azalmış. Şehrin kenarında bir milli park bulunuyor. Oraya gitmek için Taşlice’den geçmek zorunda kalırsınız. Taşlice, bir tepenin eteklerinde yer alan ve kuruluşu Osmanlı’ya dayanan bir yerleşim yeridir. İleride Girmiya milli parkı, eski kasabalıların ikamet ettiği Taşlice’den sizi selamlar, tüm serinliğiyle yeşilliği ayaklarınızın altına serer. En çok temizliği dikkatimi çekti. Yaşlılar, zayıflamak isteyenler, sporcular sabahları yürüyüşe çıkarken, özellikle hafta sonları çocuklar, evcil hayvanlar parkın değişik yerlerinde oyunlar oynarlar, oyana buyana koşuşurlardı. Ebeveynler oturdukları yerlerden onları izler, bir yandan da aralarındaki sohbeti koyulaştırırlardı. Şimdilerde artık buralarda paylaşacak ne dostluk kalmış, ne komşuluk, ne de gönle dokunacak bir sohbet. Hayat meşgalesi insanları yabancılaştırırken çekirdek aile kavşağında büyük aileler yok olmaya başlamışlardı. Onlar yok oldukça, dostluk, arkadaşlık, komşuluk velhasıl kasabalılık da yok oluyor. Eskiden kasabalı olmak bir meziyetmiş, insanlar kasabaya aidiyetleriyle gurur duyarlardı. Çünkü kasabalılık medeniyeti, eğitimi, ahlakı, beyefendiliği, hanımefendiliği, dürüstlüğü, kısaca şehirli olmayı simgeliyordu. Şehirli olmak için Türkçe bilmek de önemli bir üstünlük idi.

Pembe Teyze, İpekten gelip buraya yerleşmişti. Kendisini eski kasabalı sayıyordu, bundan da gurur duyuyordu. Şimdilerde eski kasabalılardan pek kimsenin kalmadığını, komşuluğun öldüğünü, kimsenin artık kapısını açmadığını ve bir gün evinde düşüp kalsa dahi kimsenin haberdar olmayacağını söylerdi.  Pembe Teyze yarım yamalak Türkçesiyle, bizimle sohbet ederken, anlatamadığı her kelimeden sonra bir üf çeker, bir süre konuşmazdı. Annesi için Prizrenka derdi. Yani Türk olduğuna işaret ederdi. Ama erken yaşta ölmüştü. Ardından babasının ölümü onu, çocuk yaşta hem yetim hem de öksüz bırakmıştı. Yapayalnız kalan Pembe, akrabaları tarafından güya ortalarda kalıp ta heba olmasın diye apar topar İpek’e evlendirilmiş, doğduğu şehirden de daha gözlerini açamadan kopartılmıştı. Eşi Arnavut’tu. Evde Türkçe konuşulmazdı. Çocukluğunun Türkçesi, zamanla eskimiş, Arnavutça’nın karşısında unutulmaya yüz tutmuştu. Pembe ve eşi bir süre sonra, İpekten ayrılarak Priştine’ye yerleşmişti. Dört Lüle’ye geldikten sonra, Türkçeyi yeniden hatırladığını, bizimle anasının Türkçesine, çocukluğunun günlerine döndüğünü anlatırdı. Her sohbetin sonunu yalnızlığına bağlayıp,

__ “Kufçeyim, Kufçe olmak çok zor.”[1] diye dert yanardı. Dört yıl önce üniversitede okuyan bir kız öğrenciyi yanına almıştı. Ondan çok memnundu. Ağzından adını düşürmezdi. Lotta dedin mi, akan sular dururdu. Hala görüşürlerdi. Hatta bir seferinde küçük kızıyla onu ziyarete gelmişlerdi. Çok memnun olmuştu. Onun gibisini bulmak imkânsız diyordu.

Demek ki, insanın hayatını paylaşan sadece eşi değilmiş. Zaman, her derde deva olduğu gibi, tam da tak ettiği yerde, tıpkı bir Hızır gibi, yalnızlığımızı paylaşacak bir gönül gönderiveriyor, sanki uçurumun başından ayaklarımızı çekip alıyordu. Bu bazen, bir öğrenci bazen de başka ülkelerden, başka lisanlardan gelen bir komşu, bir gönül dostu olabiliyor. Bazen akvaryum da bir balık, bazen altın kafeste bir kuş, öldüğünde bile başucundan ayrılmayan cins bir köpek, hayat yolculuğunda sana bir ses, cevap vermese de eleştirmeden dinleyen iyi bir arkadaş olabiliyor.

Yalnızlık, olmayınca özlenen, varlığı çoğu zaman birçoğumuza mutsuzluk veren bir duygudur. Kim bilir hangi mekânda kendisine yer bulduğunda çiçek açar yalnızlık? Kovulduğu mekânlara tekrar dönmek âdeti var mıdır? İnatçı mıdır, yoksa kaderine razı bir Çingene kızı kadar tahammülkâr mıdır? Kendisini ucu denize dökülen bir nehrin kıyısında bulan insan, yalnızlığından mı kaçar, yoksa kendisiyle mi yüzleşir bilinmez. Belki de, kendisine ağır gelen, kimseye anlatamadığı sırlarını, suya atıp ondan kurtulmak için gelmiştir. O sırların akan sularda yok olup gideceğini, yıkanıp temizleneceğini sanıyor. Gerçekten böyle midir bilinmez. Suyun altına girip yıkanınca her türlü dertten, her türlü günahtan kurtulabilir miyiz, hayat bu kadar kolay mıdır?

“Yalnızlık Allaha mahsus” deseler de, kimileri yalnız olmayı çok sever. Hayatlarını başkalarıyla paylaşmak büyük eziyettir onlar için. İnsan her ne kadar sosyal bir varlık olsa da, kimi zaman uyumsuzluğu ona başka mekânlarda kendi yalnızlığı için zorunlu bir hayat kurar. Bazen yalnızlık bir zorunluluktur. Kader size oyun oynar, elinizdeki mutluluğu çabucak alır, sizi bir köşede yalnızlığa mahkûm eder. Bu zamanlarda, eğer çevrenizde “eski kasabalı”lardan birileri de kalmamışsa yalnızlık artık kader olur, sırf Allaha bir can borcunuz olduğundan bu hayatı çekmek zorunda kaldığınızı anlarsınız. Her sabah hala yaşadığınıza kızarsınız. Korkunuz ölmek değil, ölünce bulunmamaktır. Cesedinizin bir köşede kokmaya başlaması, sizi son yolculuğunuza uğurlayacak bir ve hakkını helal edecek bir cemaatınızın olmaması, hatta dünyadaki varlığınızı temsil eden ucunda bir taş dikli mekânınızın da bulunmamasıdır.

Bazıları için yalnızlık ölümden beterdir. Azrail görmüş gibi korkarlar ondan. Kaçmak isterler, uzaklara gitmek, ikamet kaydını bozdurup Azrail’i şaşırtmak isterler. Bundan kaçış var mıdır, Azrail’in unuttuğu bir yer bulunur mu? Ne kadar çabalarsan çabala, nafile! Bir kere sevdiklerin sana elveda dedi mi, yüzleşeceğin terk gerçek yalnızlıktır. Ya alışacaksın, ya da her gün tekrar tekrar öleceksin. Belki de Pembe Teyze gibi kendine sevecek yeni insanlar, yeni gönüller, yeni canlar bulacaksın. Yeni komşular ve ahbaplar edineceksin. O zaman ne yalnızlıktan kaçmak istersin, ne de ölmeyi arzularsın. Dünya senin için hala keşfedilmesi gerekli bir mekân olur. Seninki si anlamlı bir bekleyiş olur, vakur, başı dik, sevgiliyi bekleyen derviş gibi tevekküle sabrı dokur, vecd içinde sema edersin. Tıpkı namaz için ezan bekleyen bir mümin gibi, eda ettiği her vakit bir görevden öte huşu içinde bir yalnızlık vaktini hediye eder sana. Ya da gurbetten gelecek yârini gözleyen taze gelin gibi, mahallenin girişinde, tam yolun dereye bakan tarafında, ya da mezarlıkların altında boynuna sarılacağın bir yıla bedel gizli bir anı verir ellerine.

Yalnızlık eli silahlı bir katıl gibidir, kara gölgeler gibi ardımızdan kovalar, bir gün bu gölgeler kısaldığında anlarsınız ki, beliniz bükülmüş, Haşim’in merdiveninin sonuna gelmişsiniz. Dönüp baktığınızda eteklerinizde sararmaya yüz tutmuş bir yığın yaprak, içimizde bir ikinci ses, bir zamanlar sevgilinin ellerinde can bulduğu bu titreyen eller benim mi diye sorar. Aynaların bile tanımadığı bu yüz ne zaman buruşmuş, bu çizgiler nereden gelmiş diye dövünür. Ölümün soğuk nefesi ensemizde dolanmaya, işaretlerini göndermeye başlar. Anlarsınız ki, asla kaçış yok.  Demek ki, yalnızlık da çare değil yokluğa. O da dünyaya ait bir zamanmış ve sonluymuş. Vakti geldiğinde her kul bu yolculuğa çıkarmış. “Her nefis ölümü tadacaktır”, ancak ecel Allah’ın işidir, vaktini, mekânını o bilir. Kul beklemekten başka bir çareye sahip değildir. İnsanın kendi ölümünü beklemesi ne kadar garip değil mi? Sanki bankada sıra bekliyorsun, ya da sinemada bilet kuyruğundasın. Aslında bunun, insanı biraz da olgunlaştığını söylemek yanlış mı olur? Bekleye bekleye öğrenmek, öğrenerek yaşamak. Bu durum bana Tanpınar’ın Batılaşma serüvenimiz karşısında söylediği, “Değişerek gelişmek, gelişerek değişmek” cümlesini hatırlatıyor.

Pembe Teyze kendi yalnızlığına alışalı tam 35 yıl oldu. Sevgili eşine olan hasretini hiç dindiremedi. Bir evladımız olaydı, belki ona sarılır, onunla bu acıya dayanırdım diyordu. Neyse ki yıllar sonra bir evlatlığı oldu. Öz evlattan hiç ayırmadı, can dedi, şükretti. Ama kızının Amerika’ya yerleşmesi onu bir kere daha yalnızlığa gark etti. Hayata küstü, canını kemiren yalnız ölmek korkusu onu eve kapadı. İşi onu hayata bağladı. Kasabadan eski arkadaşları ona yoldaş oldular. Kadın derneklerinin etkinliklerinde hayata tutundu. Nihayet emekli olup, eski evini de satarak bir apartman dairesi aldı. Artık yaşlanmıştı, müstakil bir evde yalnız yaşamak zordu. Ama apartman dairesine de bir türlü alışamamıştı. Hele evinden ayrıldığı son günü hiç aklından çıkaramıyordu. Sokak kapısının önün de dakikalarca durup hüzünlü gözlerle evini izlemişti. Bir ara komşunun bahçesinden duvarı aşıp kendi bahçesine uzanan dut dallarının altında sanki bir şeylerden kendini gizlenmeye çalışan, uzun zamandan beri kullanılmadığı için yıkılmağa yüz tutmuş küçük ahşap dolap kapılarını andıran “kamcık”a gözü ilişti.[2] Sonra doğduğu evin bahçesinden komşuya açılan, dedesiyle birlikte boyadıkları iç kapıyı hatırladı. İçi burkuldu. O kapılardan ne kadar komşuya kaçmıştı, çocukluğunun bütün yaramazlıklarını saklayan bu kapıdan en son gelin gittiği gün geçmişti.  Komşunun elmalarını bu kapıdan aşırmış, beyaz atlı prensi de bu kapıdan girip bahçede onu dörtnala kovalamıştı. Çocukluğunun masal dünyasına açılan gizli kapısı da buydu. Gözleri doldu.

Eski komşulukları hatırladı, komşuları bir bir gözünün önünden geçti. Komşular arasında saygı, sevgi ve güven sembolü olan bu iç kapılar, her iki taraftan açılıp kapanabilen ve ancak bir kişinin geçebileceği ebatta yapılmışlardı. Adeta komşunun eşiği olan bu kapıcıklar, sadece bir adımlık mesafede odadan odaya geçermiş gibi, mahremiyeti kaldırıp, komşular arasında samimiyet ve güveni inşa ederlerdi. Eski komşuluklar bu kapılarda kurulmuş gizli bir ahitle yükselirken, bahçelerden etrafa yayılan barış ve dostluğu müjdelerdi. Komşular arasındaki mesafeyi azaltan kapıcıklar, kimi zaman komşuda pişen aşa ortak, kimi zaman sıcak bir sohbete yaren, kimi zaman da yaramazlıkları yüzünden kaçan çocuklara gizli bir yol olmuşlardı. Özellikle sokağa çıkma yasağı olduğu günlerde, zor durumda kalanlar için adeta bir ilaç kapısı idiler. 1999 yılındaki Kosova Savaşında ise, hem yardım hem de kaçış yolu olarak kullanılmışlardı.

Ne kadar çok işlevi varmış bu kapıcıkların, saymakla bitmez. Bu güzel şehirlerde eskilerden kalma çok sayıda Osmanlı mimarisini ve kültürünü yaşatan evler vardı, kapılar, kapıcıklar vardı. Şimdi onların yerini beton duvarlar ve demir kapılar aldı. Artık ne o komşular var, ne komşuluklar. Ne de sırlarımıza ortak olan esrarlı kapıcıklar. Şimdi geçmişte kalan bir hatıranın parçası gibi, duvar diplerinde, ağaç dalarlının arasında görünmez oldular. Herkes kendi hayatına dönmüş yeni bir yalnızlığın ardından koşuyor. Kış sabahları evlerin bacalarından kıvrıla kıvrıla yükselen dumanlar gibi, bir rüzgâra esir olup gökyüzünün maviliğinde kayboluyorlar.

Pembe, nihayet o kaybolan hayallerin ardından yaşlı gözlerle uzun uzun baktığı yarısı yıkılmış olan duvardan gözlerini aldı. Uzun kış gecelerinde adeta yalnızlığa demir atmış soğuk bir mezara dönen bu evden kurtulduğuna memnun bir şekilde, kasabanın en merkezi yerinden satın aldığı kutu gibi bir apartman dairesinin yolunu tuttu. Şimdi asansörde karşılaştığı insanlar, komşular ona bir ses, bir renk oluyorlardı.

İşte pembe Teyze ile böyle bir zamanda karşılaştık. Kendi yalnızlığını bizimle paylaştı. İçinde biriktirdiği, neredeyse bir asırlık yaşanmışlıklarını, herkeslerden sakladığı hatıralarını önümüze serdi. Sırf bizimle konuşabilmek için Türk dizilerini izliyordu. Sürekli takip ettiği üç dizisi vardı. Ayrıca İbrahim Tatlıses hayranı idi. Her Türkiye’ye gidişimde benden mutlaka bir CD isterdi. Tatlıses vurulduğunda oturup çocuklar gibi hüngür hüngür ağladığını anlatırdı. Arada “Yallah şöfer yallah” diye mırıldanır, bir yandan da oturduğu yerden ellerini havaya kaldırır, belini yan büker ve oynar gibi yapardı.  Gülüşürdük.

Bu yıl yaz tatilimiz çok uzun sürmüştü. Dönerken eşimin işi nedeniyle çocukları da getirememiştim. Priştine’ye ulaştığımda gece yarısı olmuştu. Eve gelir gelmez, Pembe Teyzenin kapısına koştum. Geldiğimi bilsin diye haber vermek istedim. Dakikalar sonra kapı açılmış, Pembe Teyze, uykulu gözlerle ve şaşkın bir halde bana bakıyordu. Boynuma sımsıkı sarılıp öptü. Torunlarımı neden getirmedin diye çıkıştı. Ama gözleri gülüyordu. Sevincinden ne yapacağını şaşırmıştı. Ayaküstü konuştuk. Sabah gelirim diyerek kendi evime geçtim.

Ertesi gün, Pembe Teyze’yi tekrar ziyarete gittim. Hemen içeri davet etti. En büyük keyfi, karşılıklı kahve içmekti. Ocağa cezveyi koydu, yanına bir gül lokumu koyarak servis etti. Gözlerinde, ağızlarında kırık cam şekerleri bayram sabahını bekleyen çocukların o saf, temiz, özlem, heyecan ve merak dolu bakışlarını gördüm. Kahveyi yudumlarken elleri titriyordu. Heyecandan ne yapacağını şaşırdı, neyi varsa masaya getiriyor, bundan da al, bu da güzel, bunu da sana aldım diyordu. Durmadan soru soruyordu. Yazın ne yaptığımızı sordu,  çocukları, eşimi sordu. Bizi çok özlediğini söyledi. Sonra sohbeti yalnızlığa bağladı yine.

__ “Kufçeyim, Kufçe olmak çok zor.” diye dert yandı. Sonra bana dönerek,

__ “Biliyor musun, dün gece korkmadan uyudum. Gelmeyeceksin diye çok korkmuştum. Bir gün bir köşede düşüp kalacağım, beni kimse bulamayacak. En çok bundan korkuyorum. İyi ki geldin. Son günlerimde bana can yoldaşı oldun. Çocukların bana hayat verdi. Ben namaz kılmayı bilmem ama her sabah kalktığımda, ayakta olduğuma şükreder, Tanrının beni koruduğuna inanırım.” dedi. Son günlerinde Allah’ın bizi de ona göz kulak olmamız için gönderdiğine inanırdı. Ona göre Türkler Allah’ın merhametini yeryüzüne taşıyan gönül erleri idi.

Anladım ki, Pembe Teyze, hayatında bize başrol vermiş. Anladım ki, Pembe Teyze, bizim hayatımıza sessizce girip, vazgeçilmez olmuş. Bizim için anamın dilindeki Türkçe, kızlarım için babaanne olmuş. O komşudan öte, bize can olmuş, hayat vermiş.  Meğer o, “Teyze” değil, bize “Ana” olmuş. Şimdi anlıyorum ki, o yalnız yaşamaya alışmış, hatta yalnızlıkla arkadaş olmuş, hayatına dokunan kim varsa yalnızlık kadar kalıcı olamamıştı. Yalnızlık bir yel gibi evine sızdığından beri,  ürkek tavırları aynada yansıyan görüntüsünün bir parçası haline gelmişti. Ama ne yalnızlıktan, ne de ölümden korkuyordu. O, elden ayaktan düşmekten, başkasına muhtaç olmaktan korkuyordu. Ölüp de bir köşede kalmaktan, belki de bulunamamaktan korkuyordu. En çok da cesedinin kokmasından ve bir cemaatinin olamayacağı düşüncesi ona acı veriyordu. Yıllar önce kendisini yalnız bırakıp erkenden dünyasını değiştiren kocasına kavuşamamak onu zehirli bir ok yemiş asker gibi kıvrandırıyordu. Çoğu zaman kimsesizler mezarlığında unutulup bir Fatiha okuyacak kimsem kalmazsa diye ağlıyordu. Artık büyüyen göz çukurları içerisinde feri sönmeye yüz tutmuş ve gittikçe küçülen mavi gözlerinden akan yaşlar, hıçkırıklara karışıp büyük damlalar halinde, yüzlerinden aşağıya doğru kıvrımlı bir yolculuk başlatmışlardı. Şimdi kamcıktan elinde bir tas sıcak çorba ile eski komşunun ayak seslerini bekleyen Pembe Teyze, her gün birkaç sefer bu rüyayı görmekten kendini alamıyordu.

Sanırım ölmekten değil, sevdiklerinden ayrılmak zor geliyor insana.  

17 Şubat 2018, Cumartesi, Kosova.

 


[1] Kufçe: yalnızlık, yalnız olmak.

[2] Kamcık: Duvarın içinden komşunun bahçesine açılan küçük kapı, kapıcık.

 

 

 
YAZARIN ÖNCEKİ YAZILARI
 
-  TEKKE

-  KAPICIK

-  Cumhuriyetten Sonra Ordu’da Şiirin Gelişimi ve Yetişen Şairler:

-  Cumhuriyetten Buyana Orduda Basın-Yayın ve Edebiyat Çevreleri

-  Anadoluda Bölge Bölge, İl İl Nevruz Kutlamaları

-  Nevruz Törenleri

-  Türk Dünyasında Nevruz Kutlamaları

-  Türk Kültüründe Nevruz

-  Kosova'da Türkçe yayınlanan Bir Gazete: "Tan"

-  Makedonya'da Türkçe yayınlanan Bir Edebiyat dergisi:

-  Kosova ve Makedonya'da Türkçe Yayınlanan Çocuk Dergileri

-  Kosov'da Türkçe Yayınlanan Gazete ve Dergiler-III

-  Kosov'da Türkçe Yayınlanan Gazete ve Dergiler-II

-  Kosova'da Yayınlanan Türkçe Gazete ve Dergiler-I

-  Kosova'da Çocuklar Türkçe'ye "Kuş"la Kanatlandı

-  Sevinç "Tomurcuk" Açtı

-  Birlikten Çocuklara Güzel Bir Hediye: "Sevinç"

-  Kosova'da Türkçe Bir Çocuk Dergisi: Bahar

-  Kosova'da Türkçe'yi Bayraklaştıran yazar: Reşit Hanadan

-  Reşit Hanadan

-  İnsani Teknikler

-  Teknik ve Devlet

-  Teknoloji Toplumu

-  Bir Aile Cinayeti

 
 
 

ARŞİV
 

GALERİ
 


BLOG

 
 
Prishtine Universitesi Filoloji Fakultesi Turk Dili ve Edebiyati Bolumu Prishtine / KOSOVA    salihokumus@gmail.com
Copyright © 2015 Salih OKUMUŞ - Her Hakkı Saklıdır.Site içeriği kaynak gösterilerek kullanılabilir.